27 Kasım 2019 Çarşamba

ALGIZ DAWN - PURPLE CLOUDS IN THE KINGDOM SKY


Dungeon Synth, müzikle iç içe olduğum uzun yıllar boyunca her zaman gönlümde yeri olan ama benim için ismi olmaya bir türdü. 2017 yılına geldiğimizde, böyle müziklerin bir kategori altında toplandığını ve Dungeon Synth ismi verildiğini öğrendim. Biraz daha araştırınca, seksenli yıllarda neredeyse bütün çocukların sahip olduğu Casio klavyelerin tekrar değerlendiğini gördüm. Şüphesiz günümüz dijital teknolojisi her türlü ses örneğine ulaşmayı mümkün kılıyor ve bilgisayar ile bu tür müzikler yapılabiliyor ama müzisyenler yine de eski tarz klavyelerden vazgeçmiyorlar. Bu da ortaya çıkan müziği daha gerçek, doğal ve kökleri sağlam bir zemine oturtuyor. Müziğin bir çok alanında ve sürümünde seksenli ve hatta daha eski yıllara dönüş söz konusu. Kasetler tekrar basılmaya başlandı. Seksenli yıllarda müzik yapan Thrash Metal gruplarının yeni nesil örnekleri gün yüzüne çıktı. Öyle ki plak kapaklarına ve grup fotoğraflarına baktığınızda, bu albümlerin seksenlerde kaydedilmiş olduğuna inanabilirsiniz. İşte böyle bir ortamda, Black Metal unsurlarını da fazlasıyla içinde barındıran Dungeon Synth yükselişe geçti. Albüm kapakları, logolar ve üzerinde durulan kavramlar, Black Metal ile fazlasıyla paralellik gösterdiğinden, neredeyse aynı kategoride bile değerlendirilmeleri öz konusu olabiliyor. Bunun bir sebebi de Black Metal albümlerinde de klavye içeren pasajların bulunması. 

Şimdi gelelim bu yazıya konu olan albüme. Algiz Dawn, bir çok Dungeon Synth projesi gibi tek kişiden oluşuyor. Purple Clouds in the Kingdom Sky, müzisyenin ikinci albümü. Dikkatimi ilk albüm Askeladden ile çeken Algiz Dawn, o kayıtlarla beni öylesine etkilemişti ki, ikinci albümün yayınlanmasını heyecanla bekledim. Müzisyen yeni kayıtlarda da beni hayal kırıklığına uğratmadı ve ilk albümdeki büyüleyici melodileri, daha da etkin ve büyüleyici hale büründürerek piyasaya sürdü. Albüm hem CD hem de Kaset sürüm olarak yayınlandı. CD sürümüne sahip olmak benim için çok önemliydi ancak Kasetin üzerindeki büyü ne yazık ki CD'de bulunmadığından, hiç dinlemesem bile kasetini kütüphanemin raflarına koyup, varlığıyla mutlu olmaktan kendimi alıkoyamadım. Malum koleksiyonculuk ruhu böyle bir şey. Geçmişe olan bağlar da güçlü olunca Kaset her daim heyecan yaratıyor. Kaset sürümün albüm kapağındaki renklere uygun olarak mor kasete basılmış olması, işin estetik yanına direk olarak on puanı yazıyor. Sadece otuz üç adet olmak üzere el emeği göz nuru üretilmiş olması ise, koleksiyonlar açısından değerini yüze katlıyor.
Bu tür müzikler, insanı rüya alemine götürüyor. Özellikle bireysel orman veya sahil gezilerinde, hayal dünyasının kapılarını öylesine açıyor ki, nerede olduğunuzu unutuyorsunuz. Dungeon Synth kategorisini keşfedişimin üzerinden üç yıl geçti ve benim nazarımda Algiz Dawn tartışmasız en iyi örneklerden birisi. Projenin ardındaki müzisyenle İngilizce dilde yaptığım röportajı okumak isterseniz Stormwind Fanzine sayfasından ulaşabilirsiniz.

26 Ağustos 2018 Pazar

AMADEUS - ORIGINAL SOUNDTRACK RECORDING


Sahafların raflarında derinlere daldıkça inanılmaz güzel koleksiyon parçaları denk geliyor. Amadeus filmi bildiğiniz üzere Wolfgang Amadeus Mozart'ın hayat hikayesini anlatıyor ve bu film ödüllere boğulmuş muhteşem bir yapıttır. Filmin DVD sürümü koleksiyonumda yer alalı uzun seneler oldu ama soundtrack CD'sine hiç rastlamamıştım çünkü hayat bana farklı bir sürpriz hazırlıyordu. Güzel ve güneşli bir hafta sonunda tozlu raflar bana harika bir hediye verdi. Filmin özel baskı iki kasetlik setten oluşan film müzikleri, hiç karşılaşmayı beklemediğim bir şeydi. Aslında böyle bir setin varlığından da haberim olmamıştı. Böylesine temiz durumda olan bir kopyaya ulaşmış olmakta ayrı bir keyif. Internet üzerinde bir koleksiyon arşivleme sayfası olan discogs üzerinde araştırdığımda bu sürümün kaydedilmediğini gördüm. Çok fazla detay içerdiğinden ben de kaydetmeye üşendim desem yeridir. Baskı nadir midir bilemiyorum ama çok keyifli ve özenli bir çalışma olduğu şüphe götürmez. 

Amadeus, filmiyle fenomen olduğu kadar film müzikleriyle de koleksiyoncuların gönlünde taht kurdu. Albüm LP, CD ve Kaset olarak bir çok ülkede defalarca basıldı. Bir gün denk gelirsem CD sürümünü de alırım diye düşünüyorum ama bu beyaz renkli çift kasetten oluşan set koleksiyonuma dahil olduğu için gerçekten de mutlu oldum. Şimdi yağmurlu günlerde araba yolculuğu yaparken kasetin o yumuşak analog sesiyle Amadeus'un tadını çıkartma zamanıdır malum sanatçı tüm dünyadaki müzik sevenlerin gönlünde taht kurmuş, zamansız dünyayı terk eden benzersiz bir yetenektir. 

30 Ağustos 2017 Çarşamba

MEGADETH - SO FAR, SO GOOD.... SO WHAT!


Dave Mustaine'in Metallica'dan ayrılışını takiben o kendine has kızıl öfkesiyle evde oturup müziği bırakması beklenemezdi şüphesiz. Megadeth ismini verdiği grubuyla 1985 yılında ilk albümünü yayınlayan Dave, o günden sonra neredeyse her sene aralıksız üretmeye devam etti. Bu yazıdaki konumuz ise grubun 1988 tarihli üçüncü albümü "So far, so good.... so what!"

Albümün yayınlandığı dönem, Türkiye'de de heavy metal müzik akımının yükseldiği dönem olduğundan, bu güzide albümü orijinal sürüm kaset olarak kaset koleksiyonlarımıza dahil etme şansımız olmuştu. O dönemde basılan bu güzel kasetlerden kaç tanesi hala sağlam şekilde 2017 yılını görebilmiştir kestirmemiz mümkün değil ama fotoğrafa gördüğünüz üzere ben kendi kopyamı jelatinini açtığım günkü gibi sakladım. Albümde en çok dikkati. "In my darkest hour" albümün en iyi ve en çok dikkat çeken şarkısı olmuştu diyebilirim zira videosunu ilk izlediğimizde kardeşimle beraber ağzımız açık kalmıştı. Özellikle de Dave'in şarkıyı stüdyoda söylerken bir taraftan da rahat tavırlarla sigara içiyor olması bizi çok etkilemişti. Burada övgü konusu sigara değil adamın takındığı tavırdır. Sözlerim yanlış anlaşılsın istemem. Yani düşünsenize, stüdyoya girmiş albüm kaydediyorsun ama bir taraftan da sigaranın dumanını içine çekip ardından mikrofona üflüyorsun. Bizim için çok ekstra bir rahatlık göstergesiydi bu ve Dave'in o halini pek bir takdir etmiştik. Albümdeki diğer bir dikkat çeken eser şüphesiz bir Sex Pistols şarkısı olan "Anarchy in the U.K." oldu. O şarkıya çekilen video da aklımıza kazındı diyebilirim. O dönemde devlet televizyonunda geç saatlerde yayınlanan bir rock programı, Megadeth'in o güne kadar yayınlanmış tüm videolarını içeren bir program yapmıştı. Biz de videoya kaydetmiştik programı ve neredeyse her gün izliyorduk. Ne günlerdi.

Koleksiyonumdaki bu kaset de, kapak resmine uygun seçilmiş kaset üstü çıkartmasıyla da ayrıca değerli çünkü daha sonraki baskılarda yazılar doğrudan kasetin üzerine basıldığından bu kopya kadar estetik değiller. Denk gelirseniz kaçırmamanızı tavsiye ederim sayın koleksiyoncular.

19 Ağustos 2017 Cumartesi

MANOWAR - THE TRIUMPH OF STEEL


Bu albüm yayınlanmadan bir gece önce Yunanistan'da insanların müzik marketlerin kapısında sabaha kadar beklediğine dair haberler almıştık. Gerçekliği bu günün şartlarında tartışılır gibi görünse de o zamanlar yeni yayınlanmış bir albümün el ile tutulur kopyasını edinmek mühim bir konuydu zira albümü dinlemenin tek yolu onu satın almaktı. Peki neden Yunanistan? Çünkü albümün ilk şarkısı 'Achilles,Agony and Ectasy in Eight Parts' yirmi dokuz dakikalık süresiyle albümün en uzun şarkısı olmanın yanı sıra Homeros'un İlyada destanını konu alıyordu. Albümle ilgili önemli bir detay da, Kenny Earl ''Rhino'' Edwards'ın davulcu olarak grupla kaydettiği ilk albüm olmasıdır. 

Albüm Türkiye'de ilk olarak kaset sürüm olarak yayınlandı diye hatırlıyorum. 1992, Türkiye'de herkesin CD satın alabildiği bir yıl değildi. Ben Yunanlı metalciler gibi müzik marketin önünde sabaha kadar nöbet tutmadım ama yayınlandığı hafta sonu yerel müzik marketten kasetimi satın aldım. Bu albüm bir destan ile başladığından diğer albümlere göre daha düşük tempoda başlıyor. İlyada destanı iddialı bir seçim ve işlemesi kolay bir konu değil. Manowar bunun altından başarıyla kalkmış ama yaptığı albümle dinleyicilerini ikiye bölmeyi de başarmıştı. Albümü hiç sevmeyenlerin yanında taparcasına seven Manowar hayranları oluştu. Ben iki tarafta da değildim açıkçası. İlk başta biraz daha temkinli yaklaştığım şarkıları zamanla çok sevdim. İlyada destanını takip eden yedi şarkının hepsi birbirinden güzeldi ve özellikle daha sonra Rhapsody of Fire grubu tarafından da yorumlanacak olan 'The power of thy sword' ile 'Ride the dragon' benim favorilerim olacaklardı. Kapanış şarkısı olan 'Master of the wind' ise Manowar hayranları için adeta bir marş niteliğindeydi. 

Dediğim gibi kaseti yayınlanır yayınlanmaz almıştım ve bu yazıyı yazdığım 2017 yılına kadar dile kolay yirmi beş yıl fotoğraftaki haliyle sakladım. Kasetler giderek daha nadir bir kimliğe bürünürken onlara iyi bakmak bir koleksiyoncunun önemli görevi olmalı değil mi?

21 Şubat 2017 Salı

SLAYER - REIGN IN BLOOD


1990 yılı büyüleyici bir yıldı benim için. Heavy Metal müzikle ilk tanıştığım zamanki heyecanımı aynı şekilde korumuş olmayı isterdim. Şüphesiz çılgın bir koleksiyoncu olarak disiplinli bir şekilde sevdiğim grupları takip edip, ürünlerini koleksiyonuma dahil etmeye devam ediyorum ama o ilk heyecan çok farklıydı tabi. Slayer ile tanışmam South of Heaven albümü ile olmuştu. O zaman South of Heaven sadece iki yaşındaydı. Şimdi ben bu yazıyı yazarken tam yirmi dokuz yaşında. İnanılmaz ama gerçek. Her neyse efendim, o albümü çok sevince gidip Reign in Blood albümünü de satın aldım. O zaman CD'nin hayalini bile kuramıyorduk tabi. Plak sürümü ise sadece kasete kopya yapan bazı mağazalarda bulunabiliyordu. Türkiye baskı kasetini jelatini açılmamış şekilde sıfır kilometre olarak müzik mağazasından satın almıştım. Fotoğraftaki kaset maalesef o değil tabi. Bu kaset, benim gibi koleksiyoncu olan arkadaşım Mert'in hediyesidir. Tekrar koleksiyonuma dahil olduğu için ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz. İlk kopyaya ne oldu diye sorarsanız kısaca hikayesini anlatabilirim. Yurt dışına göç etme sevdasıyla elimde ne var ne yok çıkartmak gibi bir deliliğe girdiğim döneme rast geldi ve yok pahasına sattım. Mert sağ olsun, başka bir kopya tekrar koleksiyonumda mevcut artık. 

1990 yılında aldığım kaseti walkmanime taktığımda neye uğradığımı şaşırmıştım. South of Heaven'dan farklıydı ve şimdi ne kadar tuhaf gelse bile, o zaman için bana çok karışık ve gürültülü gelmişti. Şüphesiz o zaman tam hazır değildim bu türden bir müziğe. Oysa aradan geçen bunca zamandan sonra hiç dinlemesem bile kafamda eksiksiz olarak çalan bir albüm bu. Resmen zihnime kazındı ve tüm notalarını ezbere biliyorum. Böylesine kısa bir albümün o etkiyi yaratması gerçekten bariz gol denilecek türden bir başarı. Kerry King'in dediği gibi, Hell Awaits'i takip eden albüm yine aynı çizgide olsaydı bu Slayer'ın sonu olabilirdi. Oysa Slayer Reign in Blood ile bugün bile aşılması mümkün olmayan bir noktaya koydu çıtayı. Öyle ki bir Thrash Metal albümü kaydettiğin zaman bir şekilde Reign Blood ile benzerlik taşımasından kaçamıyorsunuz. 

Türkiye ilk baskı kaset, iki yüzünde de albümün tamamını içeriyor ve bu durum kasetin kapağında da belirtilmiş. Hayatımda dinlediğim en yırtıcı sololarla dolu ve döneminde eşi benzeri olmayan bir albümdür bu. Ölümünden önce yapılan röportajlarda, albüm kaydedildiğinde daha doğmamış olan genç gazetecilerin Jeff Hanneman'a 'Angel of Death şarkısını sen mi yazdın?' diye şaşkınlıkla sormaları, çok komiğime gitmiştir. Kurt kocayınca köpeğin maskarası olurmuş sözü ne kadar da doğruymuş. Slayer Thrash Metal'in tarihini yazdı ve binlerce gruba ilham kaynağı oldu. Reign in Blood ise grubun tarihindeki zirve noktası olmayı her daim sürdürdü. 

8 Şubat 2017 Çarşamba

MEGADETH – PEACE SELLS BUT WHO’S BUYING?


Bu albüm için yazımı, 2017 yılı şubat ayında yazıyorum. Yani ‘Peace Sells’ albümü yayınlandıktan tam olarak otuz sene sonra yazıyorum. Dile kolay otuz sene. Doksanlı yıllarda fotoğrafta gördüğünüz kaset sürümünü koleksiyonuma dahil etmiştim. Muhtemelen 1991 yılı olmalı. Belki de 1992 de olabilir. Doğrusu o dönemde bu müziğe öylesine açtım ki ve keşfedilecek o kadar çok ruh vardı ki, hepsine yeterli zamanı ayıramıyordum. Satın aldım almasına ama ‘Peace Sells’ albümü biraz sıranın arkalarında kaldı.

Hiç şüphesiz o dönemde devlet televizyonunda gece saatlerinde yayınlanmış olan bir Megadeth özel programında, albümün açılış şarkısı olan ‘Wake up dead’ için çekilen videoyu izlediğimde büyülenmiştim. Tel örgülerden oluşan bir kafes içerisinde şarkıyı çalan grup üyeleri ve telleri zorlayıp sonunda içeri girmeyi başaran izleyiciler, hayatımda o güne kadar gördüğüm en etkileyici sahnelerden birisiydi. Programı video kasete kaydetmiştim ve herhalde bozulana kadar seyrettim. Albüme adını veren şarkı ‘Peace Sells’ için çekilen video ise çok daha büyüleyiciydi. Özellikle şarkının orta bölümünde, bağdaş kurmuş videoyu televizyondan izleyen bir çocuk vardı. Sisteme kusursuz uyumlu olduğu belli olan babası odaya dalıp kanalı değiştiriyor ve ‘Ben haberleri izlemek istiyorum’ diyordu. Çocuk ise tekrar Megadeth videosunu açıp ‘Haberler bu’ diyerek olaya son noktayı koyuyordu. O dönemde hiç bir grubun takılmadığı kadar sert ve eleştirel bir tavırdı bu. Dave Mustaine eğer Metallica’dan ayrılmamış olsa, Metallica muhtemelen bugün olduğu kadar meşhur olamazdı zira Dave grubu başka bir yola götürecekti. Dave Megadeth’i kurduğunda ondan ikinci bir Metallica bekleyenler de olmuştur şüphesiz. Oysa Dave’in aklında başka planlar vardı. Ayrılık, müzikseverlere yaramış, biri dünyanın en büyük metal grubu, diğeri de dünyanın en sivri dilli grubu olmuştu.

Dönemin ekonomik şartlarını bilemiyoruz ama Megadeth bu albüm için sadece iki video çekti. O iki video, albümü heavy metal dinleyicisinin kalbine kazımaya yetti. Benim bir diğer favorim de ‘Devils Island’ şarkısıydı. Bu şarkı adeta bir çekiç gibi dinleyicinin kafasına vuruyordu. Aslında ‘Peace Sells’ klasik Megadeth sesliğinin temellerini oluşturan tüm ögelere sahip diyebiliriz. 2017 yılında yayınlanan Dystopia albümünde bile bu etkiler hala mevcut. Elbette müzik aradan geçen otuz senenin ardından daha teknik ve oturaklı ama hala duyduğunuzda ‘İşte bu Megadeth’ diyebiliyorsunuz. Maya yine aynı maya. Bu albüm için belki de yüzlerce ayrı sürüm yayınlanmıştır. Benim için değerli olanı ilk aldığım kaset sürümü. Türkiye baskısı bir kaç defa yapılan kaset şimdilerde nadir sınıfına girdi. Zamanında alan aldı. Bazen meraklıları orada burada sıkışıp kalmış temiz kopyalara da ulaşabiliyorlar. Bu kaset adeta bir tarih ve o tarihin bir parçası olmak da benim için bir gurur.

Yazı: Cem Akyürek
Fotoğraf: Haluk Sözeri

30 Ekim 2016 Pazar

YAŞRU - LIVE IN ISTANBUL 02-10-2016


Yaşru, uzun zamandır özlemle beklediğim türden bir Türk Heavy Metal albümü olmalı zira CD'yi satın aldığım günden bu yana yaklaşık iki ay geçti ve dinlemekten erimek üzere. Grubun beyni Berk Öner, öylesine akıllıca ve üzerinde düşünülmüş bir konsept ile müzik sevenlerin karşısına çıkmış ki, bu güçlü adım karşısında saygı ile eğilmek ve o büyüleyici melodilerin tadını çıkartmaktan başka bir şey kalmamış bizlere. Yaşru'nun üçüncü albümü olan Börübay, aynı zamanda ilk resmi yayını olduğundan şüphesiz daha geniş kitlelere ulaşma fırsatı buldu. Bu şekilde benim müzik setime kadar ulaşan albümü ilk dinlemeye başladığımda, Asya'nın geniş steplerinden gelen sıcak rüzgarlar sardı bedenimi. 552 AD (Börü) ismini taşıyan ve ecnebilerin intro ismini verdikleri açılış melodisi, albümü her nerede dinliyorsanız, oradan alıp götürüyor sizi uzaklara. Öylesine etkileyici bir giriş ki, zaten albüm baştan puanları ve altın yıldızları hanesine yazdırıyor. Peşinden albüme ismini veren Börübay başlıyor tüm haşmetiyle. Dinlerken Börübay ile beraber ıssız steplerde at sürdüğünüzü ve onun silah arkadaşı olduğunuzu hayal edemiyorsanız, emin olun bu şarkının eksikliği değil sizin hayal gücünüzün sınırlanmış olmasından kaynaklıdır. Peşinden bir selam duruşu ile saygımızı gösteriyoruz atalara ve sürpriz bir şekilde tanıdık melodiler takip ediyor atalara olan saygı duruşunu. Barış Manço'nun, o kadim güzel adamın şarkısı Nazar Eyle sahne alıyor. Bu albüm için özel seçilmiş olan şarkı, Avrupa arenasını sallayacak müthiş bir futbolcu transferi adeta. Tam bir nokta atış. Şimdi şampiyon olma zamanı diyor Börübay ama Nazar Eyle şarkısı olmasaydı bile zaten büyük farkla şampiyon olacaktı albüm. Neye uğradığımızı şaşırmış vaziyette gollerin tadını çıkartırken Rüzgarın Yırları giriyor birden. Albümün hit parçası olduğunu söylemeye gerek yok. Dinleyenler zaten notu vermişlerdir. Nitekim öyle olduğunu az sonra bahsedeceğimiz konser kaydında da onaylıyor izleyiciler. Peşinden daha derinlere iniyoruz. Kadim topraklara, Kazakistan'a yol alıyoruz. Asylbek Ensepov'un şarkısı Hafis ile sürüyor müzik rüyası. Albüm kapanışı tempoyu düşürerek yapacak diye bekliyoruz ama yanılıyoruz. Yaşru şarkısı ile tekrar adrenalin akıyor bünyemize ve ne olduğunu anlayamadan albüm bitiyor. Yazarken bile dinliyor iken olduğu kadar keyif aldım doğrusu. Peki yukarıdaki kasetin olayı nedir? Şimdi ona biraz göz atalım. 

Efendim Yaşru üçüncü albümü ile bizi büyüledi ve albüm tanıtım konserinin haberi yayınlandığında tüm ajandamızı alt üst edip programlarımızı bu etkinliğe göre yaptık zira kaçırılmaması gereken bir gösteri olacaktı. Ben bir albümü sevdiğim zaman tutkuyla bağlanıyorum. Bu da onlardan birisi. Konser güzel olacak ya, bir daha izlemez isem nasıl yaşarım? O zaman kaydedeceğiz konseri ki evde ayağımızı uzatıp bir kez daha izleyelim öyle değil mi? Öyle tabi ki. Meslek adına şantiyelerde fotoğraf çekeriz diye aldığımız profesyonel fotoğraf makinesi, akıllı telefonlar çıkınca ilk başta belirlediğimiz görevinden düştü ve kaldı bir köşede. İşte dedim nihayet bir amaca hizmet edecek bu güzel makine. Doldurdum şarjını düştüm yollara. Pazar günleri kolay kolay sokağa çıkmam ama bu konser için elimde fotoğraf makinesi turist gibi atmıştım kendimi vapura. Kadim İstanbul'u izleyerek geçen yolculuk sonrası vardım konser mekanına. Önce Berk'i yakaladım ve tebrik ettim albüm için. Sonra en güzel yere kuruldum malum konseri kaydedip adam gibi elli defa izleyecektim evde. Adamlar sahne aldığında pür dikkat başladım kayda. Albümün tamamını ve diğer iki albümden birer şarkıyı çaldılar. Ayrıca bir de ritüel improvizyon 'Siğz Turkleğr nası diyoğr' ayinsel betimleme gibi bir şarkı çaldılar ki, ağzım açık izledim. Kameranın titrememesi için öyle çaba göstermişim ki elim uyuşmuştu ama hepsini kaydettim. Gece eve geldiğimde bir şarkı izleyeyim dedim ama hepsini bir kez daha izleyerek uykumdan çaldım. Sabah şüphesiz ağlayarak kalkıp işe gidecektim ama değmişti. Sonra kaset yayınlayacak bir distro kurma fikri ile heyecanlandığımda aklıma geldi. Neden konserin de kasetini yapmıyordum ki? Doksanlı yıllardan kalma bir havada şöyle el ile numaralandırılmış nadir bir kaset koleksiyonlarımızda fena mı olurdu. Fikri Berk ile paylaştım ve izin istedim ama o daha evet demeden kaset kapağını çoktan hazırlamıştım. Böyle de heyecanlıyım maalesef. Yapacak bir şey yok. Şimdi o kasetler tek, tek çoğaltıldı ve özel koleksiyonlardaki yerlerini almaya başladılar. Grubun tanıtımına bir nebze katkım olduysa ne mutlu bana. Kaset için çalışırken ve o kapakları tek, tek katlayıp kutulara dizerken aldığım keyif bana fazlasıyla yetti. Konseri çoğaltırken onlarca defa dinlemenin keyfini saymıyorum bile. Müzik olmasaydı ne yapardık biz?